-En iyisi vazgeçmek!
–Yapamayacağım galiba!
–Cesaret edemiyorum.…. Korkuyorum!
-Ben nereden baslayacagimi bilmiyorum!
-İlk adım hangisi olmalı !?!
-Ya……..olursa?!
-Ya olmazsa?! Yapamazsam?! Başaramazsam?!
-Hayır, hayal kırıklığına uğramak istemiyorum! En iyisi genizden başlamadan vazgeçmek!
…
Sessizlik…
Uzunca bir sessizlik!
Belki ömür boyu süren bir sessizlik…
Ömür boyu susmaz dil!
Ama susturur insan arzusunun sesini…
Lâl eder!
Bir kez yaptıktan sonra bir daha düşünmeye, hesap etmeye gerek duymayacağı, bir ömür refleks halinde yapacağı ‘nefes alma‘ eylemini ilk kez gerçekleştiren insanın, kaygıyla, korkuyla ağlaması boşuna değil…
Ne zordur başlangıçlar….
Öyle bir yol ki, kişi adım atmadan daha, umutla kaygi kolkola yürümeye başlar o yolu insanın
içinde.
Öyle dayanılmaz olur ki bazen kaygı…
Umudun kolunu bırakır da tek başına hızlanmaya başlarsa o yolda, yalnızca hayallerinden değil hayal etmenin kendisinden topyekün vazgeçirebilir insanı!
Sahi hayal etmeden yaşayabilir mi insan?Yaşar ama!.. Bu yaşam neye benzer?
Hayal etmeyen insan… O neye benzer?
Konumuz depresyon değil ve fakat korku kaygıya dönüşürse önce kulaklarında çınlar durur o ses insanin.….
Kulaklarından kalbine iner….
Kalbinin böyle attığını duyan kimse yaşadığını düsünmez de ölmeden ölüm gibi gelmeye baslar bu hal ona.
Ve hayatındaki başka her heyecan, umut, korku ve dahi başka türlü kaygılar ‘başlayamamanın kaygısı’ adı altında birikmeye başlar!
Sesin sözden arindigi o radde gelir ki; Çin su işkencesinde sabit hizla damlayan su, nasıl insanin ölümüne sebep olursa; kalbinin kaygıyla ritim tutuşu, o ‘sabit ritim‘ ölüyor olduğuna inandırır insan.
Sonrası mi? Majör depresvon! Panik atak! …
Hayalsizlik öldürür insanı. Ötekileştirir!
Köksüz, dalsız bir kuru ağaç gövdesine dönüştürür!
Bir kızıl mezarlık taşır insan göğsünde; kalbine gömdükçe hayallerini, umutlarını…
Eğrilir sırtı ruhunun…
Ve fakat;
Neyin üstünü örterse onun altinda kalır insan!
Kalmasın!!
Icinizdekiler icinizde kalmasin…
Bir akşamüstü ufka bakarken gözleriniz, yangın yeri günbatımına dalmış, dolmuşken…Denizden gelen üflerken cemalinize yaratılışın özünü; ‘Nefesi‘ rüzgar diye…
Hayallerinizin kırılmaya dahi fırsat bulamamış
parçaları yakmasın canınızın canını…
Birçoğumuzun hayalleri var.
Nasıl hayal kurulacağını bilmeyenlerimiz de var, hayal kurmayı unutanlarımız da…
Ve kendine bunu yasak edenlerimiz de!
Bir de ‘hayal‘ denilince aklına ‘imkansizlar(!)’ gelenlerimiz var!
Öyle ki bir adım atsa, elini uzatsa aralayabileceği o kapıların ardındaki muhtemeller bir ihtimalsizlik berzahında sıkışmış kalmış.
Kalmasın!!!
Öyle divor Hz Osman (r.a.):
” Ya Rabbi, nasip etmeyeceğini hayal ettirmezsin!”
Çevik yaşamı ismiyle müsemma kılan şeylerden biri bence tam olarak bu!
Hayallerinizi yazmak, adını koymak!
Hiç denediniz mi?
Hayal, sözlük anlamı itibariyle zihinsel görüntü, anlamına geliyor.
Ve şu en mühim gerçek ki ‘zihin’,
bildiği sözcüklerle imgelem yaratabiliyor. Öğrenilen her yeni sözcük hayalin görkemini en sade
şekilde ifade etmeye katkıda bulunuyor.
Ve bir kez :
‘Evet, tam olarak bu!’
hissini yaşadığında bilinçli benlik, ‘ zihin‘ resmetmeve, yaratmaya başlıyor!
Kişi yarattığı görselin içine girip ‘hissetmeye’ başladığında ise hayal artık zihnin gerçeği haline geliyor.
‘Öz’ün gözünün gördüğünü ‘baş gözü‘ görünceye, zihnin deneyimlediği duyguyu ‘beden‘ de deneyimleyinceye dek insan kendi gerçekliğini yaratıyor da yaratıyor!
İşin özü şu ki : Kul ‘inşAllah!’ diyor, inşa olunmaya başlıyor!
Özünde yaratıcının nefesini taşıdığına ayan, kendisinin inşa ettigini biliyor!
Bir kez yazmaya başladığında insan, aklının iplerini göğsüne salıpzamanın göreceliğini kabul ederek kalbinde olanı duymaya çalıştığında, ruhunun sözlüğü zihnine açılıveriyor…
Tercümana ihtiyaç kalmadan kendi anlam-amaç dünyasını yaratan kimseye de ‘keşfin’ zahiri yolları kolaylıkla erişilebilir, deneyimlenebilir bir alan haline geliyor.
Hele ki gününü (çevik yaşamda bizim günümüz haftadır) yani hayatını, hayatından görüp öğrenmeye başladıysa insan,
cesaretini korkusuna öncü kılıp ‘BASLAYABiLİYOR !’
Ve hayaline yürüyeceği o yolu ZAN DUVARLARI, bir bir yıkılıp, önünde “‘engel’ diye gördüğü karanlığın bir ışık ilüzyonu, bir gölge oyunu, yalnızca ışığın eksikliği olduğunu anlayıp keşfin, deneyimin perdesini aralamaya başlıyor!
Gün her gün doğuyor ! Ancak PERDESİ AÇIK OLANIN ODASINA IŞIK DOLUYOR!!!
Ve o kimse, hayaline yürüyebilmek için yol buluyor, yol açıyor, yolun kendisi oluyor!
Yolun hediyelerini kendisine katarak, gerektiğinde durarak, yavaşlayarak ve hızlanarak, düşerek, kalkarak, yol ayrımlarında seçim yapmaktan ve gerekirse de vazgeçmekten korkmayarak, daimi bir temaşa ile HEM ACELEYLE HEM YAVAŞ YAVAŞ (festina lente) yürümenin mümkün olduğunu anlıyor !
‘Söylemesi kolay, yapması zor!’ mu dediniz?
Peki kağıt-kaleminiz var mı?
Meydan okuyorum!
Hadi deneyelim !!!
Bir Cevap Yazın